Cemal Balıbey

 

Hangi Dağda Kalacağımı Ben de Bilmiyorum 06.07.2018


Bir hafta başı yayınevinde, masamın başında yine mutat işlerle uğraşıyordum. Öğle civarı Mehmet abi selam verip içeri girdi ve oturdu. Bu defaki ziyareti öncekilerden biraz farklıydı. Bir şey söylemek istiyor, fakat ağırdan alıyordu. Konuyu nereye getirecek diye düşünürken o; “Afganistan’da bir uçak düşmüş, Bahattin de içindeymiş! Fakat haber alınamıyor…” deyiverdi sonunda. Hiç beklemediğim bu haber beynimde bir fırtınaya dönüştü, sonra içimde kocaman tuhaf bir boşluk oluştu. Kulaklarım uğuldamaya başladı, bakışlarım donuklaştı, dünyam bir anda karardı. Bir müddet sustum. Hayati abinin vefat haberini aldığımda da benzer bir hale girmiştim.

Yine de içimde bir umut; uçak karlı Hindikuş dağlarına düşse de Bahattin abiye bir şey olmamıştır, yaşıyordur diye… Parçalanmış uçağa rağmen “sağlam bir yelek!” haberi beni hala ümitvar kılıyor. Fakat düşen uçakta kimsenin sağ kalmadığı haberi ulaştığında, “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyerek, ancak teslim olmak kalıyor bizlere. Demek ki insan, sevdiği, daha birkaç gün önce kucaklaşıp ayrıldığı, sesi kulaklarında olan bir abisinin vefatını ilk anda kabul etmekte bir hayli zorlanıyordu.

İlk tanışıklığımızdan bu yana beraber olduğumuz anlar, bir film şeridi gibi gelip geçti gözümün önünden. 1979 yılında, İzmir İlahiyat Fakültesinin hemen arkasındaki çamlıkta kurduğu kamp çadırında tanışmamız geldi gözümün önüne… Nihayetinde de yetimhane kurmak için Afganistan’a gitmeden bir gün önce uğradığı yayınevinde, kendi bahçesinden toplayıp getirdiği Mayıs yeşili eriklerle yaptığı ikramı hatırladım. Sonra kucaklaşıp vedalaştığımızı… Meğer son görüşmemizmiş o…

Bahattin abiyle otuz yılı aşan bir abi-kardeşliğimiz vardı. Onun yeri çok farklıydı benim gözümde.

O boğuk, genizden gelen etkili sesiyle: “Cemal!” diye artık kim seslenecekti bana? Hiç beklenilmeyen anlarda yayınevinin kapısında, içten gülen gözlerle kim belirecekti şimdi? İstanbul’da kaldığı günlerin sabahında kürt böreği, çay ve doyumsuz muhabbetten oluşan kahvaltımızı kiminle yapacaktım? İçinden çıkamadığımız müşküllerimiz için kimin kapısını çalacak, kiminle istişare edecektim? Kocaman dünyada yalnız kalmış, yarınsızlaşmış hissettim kendimi.

“Hangi dağda kalacağımı ben de bilmiyorum!” sözü aklıma geldi bir an. Gençlik yıllarında, 1980’lerde cihad için Afgan dağlarındaydı. Yıllar sonra bir yetimhanenin kuruluş çalışmaları için gittiği Afganistan’da, Kunduz’dan Kabil’e dönerken Hindikuş dağlarında maşukuna kavuştu. Afganistan sanki onu geri çağırmıştı. Yıllarca o dağlarda Afganlı kardeşlerinin yanında Rus işgaline karşı, zulme karşı savaştı. Mücahitlere silah arkadaşlığı, ağabeylik yaptı, mazlumlara el-ayak oldu. Afganistan cihadı onun ilk aşkıydı. Cihad için yıllarını vermiş, kanını, terini ve gözyaşlarını o topraklara akıtmıştı. Önceleri Rusların daha sonra ABD’nin yetim bıraktığı nesillere yetimhane kurulması ve onların sahipsiz kalmaması için yine o topraklardaydı. Kader onu dağlara vurgun yüreğiyle orada yakaladı. Gönlü gibi bedeni de omuz omuza cihad ettiği Afgan şehitleri ile Bilal Yaldızcı ile aynı coğrafyada, karlı dağlarda kaldı.

Darısı bize inşallah…

Onun vakti şehadete ayarlıydı. Hayatını bir şehit şuurunda yaşadı ve öylece de noktaladı.

“Musaferet” adlı hikayesinde Dağıstan’da şehit olan Muhammed’i yazmıştı Bahattin abi. Keşmir cihadına katılmak için Tahran’dan otobüse biner Muhammed. Tevafuken yanındaki koltukta oturan kişi Bahattin abidir. Muhammed, İstanbul’da misafir olduğu arkadaşlarından Bahattin abinin adını duymuştur. Pakistan’a kadar uzun bir yolculuk yaparlar. Yolculuk esnasında kendisini pürdikkat dinleyen Muhammed’in gözlerindeki derin gülümsemeden onun Keşmir’de şehit olacağı Bahattin abinin içine doğar. Lahor’dan sonra Muhammed’i otobüse bindirir, yolcu eder ve ayrılırlar. Bir yıl sonra İzmir’de bayram ziyaretine gelen Muhammed’i karşısında görünce şaşırır: “O şehit olmalıydı!” diye içinden geçirir. Ziyaretten sonra Lahor’da ayrıldıkları gibi tekrar yolcu eder. Dört yıl sonra yine bir bayram günü İstanbul’dan gelen bir gençle bayram kahvesi içerken Muhammed’in Dağıstan’da şehit olduğunu öğrenir. “Demek o da orada şehit oldu. Keşmir'den dönünce şaşırmıştım. Nasibi Dağıstan’daymış. Şehitlerin bakışında, gülüşlerinde ortak kareler oluyor. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. O sözünde durdu, darısı bize inşallah!” diye ulvi bir özlemle hikayeyi bitirir. O şehadeti bir ömür aradı; nasibi yine dağlarda, Hindikuşlardaymış.

Bahattin abi, Afgan cihadında sadece savaşmadı, aynı zamanda tanıklıklarını kaleme aldı. Bir zamanlar edebiyat okulu olan Mavera’dan Cahit Zarifoğlu cepheye ulaştırdığı mektuplarla, “Yaz Abdülhamit oraları yaz; sana önemsiz gelebilir, fakat her şeyi yaz,” diyerek onu yazmaya teşvik etmiştir. Onun cepheden yazdığı mektuplar, böylece Mavera'da, Gülçocuk'ta, Milli Gazete’de yayınlanmıştır. Savaşın içinden yazarak bize burada Afgan cihadının sıcaklığını yaşatmıştır. Yaralandığını yine bu günlüklerden öğrendik: “Bizden önde koşan mücahitlerden üçü gözümüzün önünde düşmüştü. Afgan cephesinde vurulan mücahitlerin neden günlerce bekletildiğini sonradan öğrenmiştik. Yaşama devam edecekleri anlaşılanları cephe gerisine götürüyorlardı. O gün bekletilen iki kişiydik ve diğer arkadaşım yeni günü göremedi. Şehitler kervanına katılıp gitti.”

“4 Eylül... Tanklar nefes almadan bombalıyor. Sol omzuma orta şiddette yumruğa benzer bir şey çarptı. Gözlerim omzuma kaydı. Sol kolum sarkmış, omuzdan itibaren kan içindeydi. Kolumda ne bir his ne de bir acı vardı. Kan iplik gibi süzülüyordu.”

Bahattin abi, cephede savaşırken ve gazi olduktan sonra hastanede yatarken tuttuğu günlüklerini Mavera’ya göndermiştir. Cahit Zarifoğlu’nun ilgi ve desteğiyle bu günlükler edebiyat dünyamıza girmiştir. Bahattin abi Zarifoğlu’nu tanımlarken: “Cahit ağabey, gönül ehli, dostça yaklaşan içten biriydi. Onu yakından tanıyamamış olmak kayıp bence. O gerçek bir ağabeydi.” derdi. Cahit Zarifoğlu bir şiir ithaf edecek kadar sevmişti Bahattin abiyi. Yaralandığını haber aldığında onun için “Yıldızlar Üstlerinde” adlı bir şiiri kaleme almıştır.

Orda şehitler Afgan / Derler ki gel iman armağanıyla boyan / Yıldızlar üstlerinde / Bakışlar kırpışırlar dikkat içinde / + bir omuzun delinmiş / her yana hâlâ dağlar düşüyor…

Gizli kahraman

Bahattin abinin yazdıklarında, yaptıklarında ve anlattıklarında adı hiç geçmeyen kahraman aslında kendisi idi. Cesur ve korkusuzdu. Yaptıklarıyla yazdıklarıyla övünmez; yazarken kendini geri planda tutar, hatta gizlerdi. Yaptıklarını kendi ağzından değil, hep başkasından duymuşumdur. “Bir Bayram Günü” hikayesini ortaokul çağında olan oğluma okutmuştum. Hikayede ezandan rahatsız olan camii yakınındaki kahvehane müdavimlerinin, imamı dövdükleri geçer. O semtte oturan akrabalarına bayram ziyareti yaptığında öğrenir bu durumu. Hemen akabinde birkaç dava arkadaşıyla hesap sorma işini planlar ve kahve dağıtılır. Hikayenin anlatılışından kahve basma olayının merkezinde Bahattin abinin olduğunu çıkardım. Hikayeden etkilenen oğluma: “Bak Bilal, ezan okuyan imamı dövenlerden hesap soran kişi, Bahattin amcandır.” demiştim. Bir gün üçümüz Kıztaşı’ndan Fatih Camisi’ne doğru çıkmıştık. Bilal heyecanla Bahattin amcasının bir sağına bir soluna geçiyor: “Bahattin amca, o kahveyi basan adam senmiydin?” diye merakla soruyordu. Onun cevabı her zamanki gibi kısa ve netti: “Karıştırma Bilal oraları…’’ demişti sadece. Olayın kahramanı olduğu halde yine kendini ele vermemişti.

Panorama 1453 inşaatının izolasyon işini yapıyordu. Güllerin Vedası kitabı yeni basılmıştı. Kitabın ilk nüshalarından birkaç adet alıp yanına gittim. İşe öğle molası vermişlerdi. Tulumları üzerinde, işçilerle beraber yer sofrası kurmuşlardı. Kitabın matbaadan yeni çıktığını söyleyip kendisine uzattım. Bahattin abi kitabı incelerken, işçileri onun kitap yazdığından bihaberdiler. “Abi sen kitap da yazıyorsun ha!” diye şaşkınlıklarını ifade ettiler. İşçilerin o zamana kadar Bahattin abi hakkında bildikleri; inşaatta çekiç salladığı, izolasyon fırçası ile satıhlara zift çektiğiydi. Bahattin abi mütevazılığından kendisini yazar olarak lanse etmezdi. İlişkilerinde yazarlık kimliğini kullanmazdı. Emeği ile çalışır, bir ayrıcalık istemezdi. “Ben iyi yazan biri değilim. Mücadelemizin, hareketimizin hikayesini edebiyatçı abilerimiz yazmadığı için bize düştü bu görev…” derdi. Nasıl yazdığı değil, ne yazdığı önemliydi onun için. Yazılanların, mücadelenin sonraki kuşaklara aktarılmasını önemserdi. Kaybolup gitmesine razı olmadığı gerçekleri, mücadelenin sürdürülmesi, yürünmüş yoların yok sayılmaması için yazdı. Yaşananlar yaşandığı yerde kalmasın, mücadelenin yol haritasını gelecek nesiller bilsin diye yazdı. Konuşmasıyla ve yazmasıyla gençlerin yoluna işaret taşları döşedi. Eylemin, aksiyonun yanına okumayı ve yazmayı yerleştirdi.

Bidakka arkadaşlar!

O konuşurken gönlüne, yüreğine, ufkuna hayran kalmamak mümkün değildi. “Bidakka arkadaşlar!” diye sözü alır, konuya farklı bir bakış açısı getirir, yepyeni ufuklar açardı. Afganistan etnik yapısının cihada etkisinden, İran, Pakistan seçimleriyle ilgili yerinde tespit ve tahlillere; İsrail’in Ortadoğu’da nasıl çıbanbaşı hale geldiğinden, dünya siyasetine; tarihi bir olaydan, bir ülkenin coğrafyasına; Kelebek filmindeki bir ayrıntıdan, Sezai Karakoç, İsmet Özel şiirine; çok geniş bir yelpazede fikir serdederdi. O samimi, derinlikli, doyumsuz sohbetinin bitmesini hiç istemezdiniz.

Bahattin abi konuşurken genelde, sol omzundan dolayı rahat kullanamadığı elini yumruk yaparak dizine dayardı. Sağ dirseğini de diğer dizine dayayıp elini kocaman açardı. Bu hareket onun ciddi bir konuya başlayacağının habercisi olurdu. Sohbet anında arada dinleyicilerin isimlerini vurgulayarak telaffuz eder, böylece onları konunun içine çekerdi.

Bu şehirde bizim misafirimizsin…

Sert, haşin görünümünün ardında son derece naif, duyarlı bir yüreği vardı. Gariplerle, yetimlerle, gençlerle bir ömür ilgilendi, onlara sahip çıktı. Nerde bir genç görse, “Bu davanın geleceği bu gençlerdedir.” diye onlara kol kanat gerdi, onları koruyup kolladı.

Bir bayram arifesi garip-gurebaya, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması gereken emanetleri teslim etmek, onların yaralarına merhem olmak üzere yola çıkar. Yetim büyümüş bir dava arkadaşı ile kamyonete atlarlar. Odun-kömür ve bayram harçlığı kabilinden yardımlar ulaştırılacaktır. Sırada, uzak olduğu için memleketine gidecek durumu olmayan ve bayramda İzmir’de kalmak zorunda olan bir öğrenci vardır. Üstelik öğrenci evlidir de... Hava bir hayli soğuktur. Adresi bulur ve zili çalarlar. Kapıyı açan öğrenciye durumu izah ederler. Birkaç torba kömür ve odun bırakırlar. Sonra bir abi şefkatiyle elini öğrencinin omzuna koyar, cebindeki emanetlerden vermek istediğini yutkunarak söyler. Delikanlı buğulanmış gözlerini Bahattin abiye diker ve: “Uzak olduğu için memlekete gidemedik, evdeki son yakacağımızı da akşam bitirdik. Son paramızla bir ekmek aldık. Zili çaldığınızda eşimle beraber ağlıyorduk. Çaresizdik… Allah yardımcılarını işte böyle gönderir!” der. Delikanlının gözlerinden iki damla yaş iner.

Donup kalır Bahattin abi, geniş yüreği harelenir: “Bu şehirde bizim misafirimizsin... Kapımızı çalacak, derdini açacak kadar tanımadın mı bizi?” der. Daha fazla duramaz, hızla arabaya biner ve sokağın köşesini döner. Fakat daha ileri gitmeye takati yetmez. Arkadaşının şaşkın ve meraklı bakışları altında alnını direksiyona dayar. O sert görünüşlü ama mazlumun karşısında son derece yufka yürekli adam hüngür hüngür ağlamaya başlar.

Mazlumların, gariplerin siperinden hiç ayrılmadı o. İstikametinden ödün vermedi hiçbir zaman. Bir yetimin başını okşamak, bir mazlumun duasını almak için bazen sınır ötelerine dahi uzandı.

Dünyalık olana hiç hırslı olmadı, derviş sadeliğinde bir ömür sürdü. İstanbul’a geldiğinde yayınevinde ya da öğrenci evlerinde kalır, öğrenci evlerinin misafir ağabeyi olurdu. Çantasında iğnesi-ipliği, sakalını kısalttığı küçük makası, başında yıpranmış beresi eksik olmazdı. Çanta dediysem bu, çoğunlukla bir poşet, bazen de yıpranmış bir valiz olurdu. Bir defasında yine acilen yurt dışına; mazlum bir coğrafyaya gitmesi gerekti. Alelacele eşyalarını koyacağımız bir valiz bulduk yayınevinde, fakat fermuarı bozuktu. Valizi bir iple bağlayıp, öylece yolcu ettik. O, sadece hedefe odaklanırdı. Dizinin yırtığına, beresinin yıpranmışlığına, valizinin ipine, fermuarının bozukluğuna aldırmazdı. Bahattin abi, hayatının merkezine ümmetin acısına ilaç olmayı, davayı, vefayı, samimiyeti ve gayreti koymuştu.

O, Afgan dağlarında mücahit, Mali’de, Balkanlar’da, Keşmir’de yardım gönüllüsü, Bosna’da özgürlük yürüyüşçüsüydü. Ümmetin derdine derman olmak için yola çıkan çağdaş bir seyyahtı. Zamanımızın Evliya Çelebi’siydi. Acılı coğrafyamızın her karışında onun ayak izleri, merhamet eli vardır.

“Şehadeti başucu seçeneği yapanlar, İslam için yola çıkanlar durur muydu?” O mukaddes bir sevdaya tutulmuştu. Sürekli bir hayrın, güzel bir ölümün peşindeydi. Ruhu hiç yaşlanmadı, ateşi hiç küllenmedi, heyecanını hiç yitirmedi. Ölümü hep yakasında gezdirdi, gül diye...

Hayatı yürümekle, koşmakla geçti. Karlı dağlar, bulutlu zirveler, uzak ülkeler; mevsimler aştı. Üç kıtaya merhamet dağıttı. Onun için bu dünyada sınır yoktu. Çizilen sınırlar, tel örgüler engel değildi ona. O hedefine mutlaka bir şekilde yol bulurdu.

Ve hep aynı çizgide, istikamette sürdürdü yürüyüşünü. Haktan ve hakikat çizgisinden hiç ama hiç sapmadı. Ulvi bir idealin peşinde, hakikat yürüyüşçüsüydü o. Onun yaşamı uzun bir yürüyüşten ibaretti. Gönlünde bir dünya coğrafyası taşıyordu. İnsanın kalbine kalbine yürüdü. Ayak bastığı, iz bıraktığı her yere yüreğinden bir şey bıraktı.

“Ölüm düşüncesinden hiç ayrı düşmedik biz. Uzak bilmesek de, yakınlığından titremedik. Bir fazla koşmaktan başka iş bellemedik!”

Bardak dolmayınca taşmaz…

Hasan Aycın abi onun bu koşusunu/yürüyüşünü bir çizgi ile çok güzel ifade etti.

Bahattin Abinin vefatından sonra birçok kişi yayınevine taziyeye geldi. Hasan abi de uğramıştı. Yayıncılığa başladığımızda kitap kapaklarımızın Hasan Aycın tarafından yapılması fikri Bahattin abiye aitti. Yayınlanan kitaplarımızın tamamının kapağında onun imzası vardı. Bahattin abi için derlediğimiz “Ümmetin Yüreği” kitabının ilk sayfasında Hasan abinin çizgisi çok manidar olurdu. Gönlümden geçen teklifi nasıl yapacaktım? Laf arasında: “Hasan abi, Bahattin abi için kısa zamanda onlarca yazı, şiir yorum yazıldı. Bunlardan bir kitap yapmayı düşünüyoruz. Kitapta bir çizgi de olsa güzel olurdu…” deyiverdim. Hasan abi o hep ölçüp tartan üslubuyla: “Bardak dolmayınca taşmaz, Cemal!” diye cevap verdi.

Aradan günler geçti, ben çizgiden ümidimi kesmiş vaziyetteydim. Kitabın hazırlığı bitmiş, matbaaya vermek üzereydim. Hasan abi aradı, Bahattin abi için çizginin hazır olduğunu ve oğlu Hayrullah'tan alabileceğimi söyledi. Bardak dolmuştu demek ki, çok sevindim. O çizgiyi kitabın ilk sayfasına yerleştirdik ve kitabı yayınladık.


Yalın ayak ve izler bırakarak düz bir çizgi/istikamet üzerinde yürüyen azade bir adam… Bu adam, yürüdükçe bir fermuar gibi ayak izleriyle karanlığın üzerini kapatıyor. Aydınlığı ise beyaz bir sayfa gibi açıyor. Hasan abi Bahattin abiyi bir çizgi ile böyle ifadelendirmişti sanırım. Ben ancak böyle yorumlayabildim.

Bahattin abi ülkemizin gerçekten sessiz öncülerinden biriydi. Onlarca kişi; yazar, akademisyen, siyasetçi, teşkilatçı, dost, belki de ilk yazısı Bahattin abi için olan gençler onun hakkında kaleme sarıldı. Şiirler yazıldı, marşlar bestelendi, birçok ülkede gıyabi cenaze namazı kılındı. Ne çok dostu, tanıdığı varmış, ne çok gencin gönlüne gül dikmiş, demeden edemedim.

Adanmışlığına, zahidane yaşayışına, dervişliğine, ağırbaşlılığına, ufkuna, yüreğinin genişliğine, kollarının ümmeti bu denli sıkı kavrayışına hayran kalmış, imrenmiştim. Cesur, duyarlı bir yürek, vefalı bir dosttu. Her şeyin pörsümeye durduğu bir zamanda o, bize hep umut aşılayan, direnen bir yanımızdı bizim.

90’lı yılların başında Bahattin abinin teşvikleri ile yayıncılığa başlamıştım. Yayınevi, üniversiteli gençlerin fikren beslenecekleri kitaplar basan bir irfan yuvası, buluşup sohbet edecekleri bir mekan, onlara beşiklik edecek bir ocak oldu. Mehmet abinin tabiriyle; “Özgün Yayıncılık adı konmamış bir tekkeydi.” İstanbul’a adım attığım ilk günden itibaren gençlik faaliyetleri içinde yer aldım. Hep bir ağacın altında dilendim. Bahattin abinin feraseti sayesinde artık yayınevinde bu nöbeti devam ettiriyorum. Hala gençlerle berabersem, bunda Bahattin abinin payı elbette büyüktür.

Yaktığı meşalesi, yıldızı hiç sönmeyecek. O, “Ümmetin Yüreği” idi. Hatıraları, kelimeleri, cümleleri hafızamda çınlamaya hala devam ediyor. Geçip giden zaman boyunca, bütün tanıyanlar gibi benim de özlemim daha da artıyor. Ebediyete göçen Bahattin abiyle birlikte bütün dava arkadaşlarıma da rahmet diliyorum.

 

Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.