Hüseyin Kerim Ece

 

Kur'an'da süsleme tezyin fiili 7 07.04.2019


-Şeytana nisbetle zeyyene fiili

 

Mekkeli müşrikler kız çocuğu sahibi olmaktan hoşlanmazlardı. “Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjdeden dolayı kavminden gizlenir. Aşağılanmayı göze alarak onu alıkoysun mu, yoksa diri diri toprağa mı gömsün? Bak! Verdikleri hüküm ne kadar kötüdür.” (Nahl 16/58-59)

Buna rağmen kendilerinin hoşlanmadığı şeyi Allah’a isnad ederlerdi. Allah’ın kızları var derlerdi. Kendileri reislikte ortaklıktan hoşlanmaz ama Allah’a ortak (şirk) koşarlardı. Kendi elçilerine saygı gösterilmesini ister ama Allah’ın elçilerini küçümserlerdi. Putlarına en değerli mallarını sunar, am beğenmedikleri değersiz şeyleri Allah yolunda vermeye kalkışırlardı. (Nahl 16/62) (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.),)

Allah (cc) hz. M uhammed’ten önceki topluluklara da elçiler gönderdi. Kur’an’da anlatıldığı gibi bunların bir kısmı kendilerine Allah’ın bir rahmeti olarak gelen elçileri dinlemediler. Dediklerine kulak asmadılar. Bir kısmı ise peygamberi engellemeye çalıştı, kısmı peygamberi sürgüne göndermeye hatta öldürmeye kalkıştı. Zira Şeytan bu insanlara yaptıkları süslü, isabetli, doğru diye telkin ediyordu.

Kur’an bu gerçeği bir âyette şöyle açıklıyor:

Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini güzel gösterdi (zeyyene). O, bugün de onların dostudur (velisidir) ve onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Nahl 16/63)

Şeytan onlara habis, yanlış, dalâlet, hata olan şeyleri süslü, albenili, müzeyyen, güzel gösterdi de onlar da peygamberlere isyan ettiler, getirdikleri hakikati yalanladılar.

Bu âyet elbette ilk etapta Peygamber (sav) için bir tesellidir, bir motivasyondur.

Demek ki hz. Muhammed, bazılarının inatçı ve inkârcı tutumlarıyla ilk defa karşılaşmamıştı. İman etmek de, imana, ilâhi davete karşı çıkmak da öteden beri olabilen şeylerdi.

Halbuki Allah tarafından görevlendirilen elçiler, o toplulukları imana, güzel işler yapmaya, hayra ve hakka davet ediyor, onları zararlı, ifsat edici ve azap kazandırıcı yanlışlar konusunda uyarıyorlardı. Fakat çokları elçilerin bu davetine icabet edip doğru yolu bulacakları yerde, Şeytanın vesveselerine aldanıp, yaptıkları işlerin, içinde bulundukları durumun, peygamberlere karşı çıkışların doğru olduğunu sanıyorlardı. Onlar Şeytanın bu gibi telkinlerine aldanıp, sapıklıkta kalmayı, yanlış işler yapmaya devam ediyorlardı.

Evet öyledir, kişi kendince doğru, isabetli, faydalı ve zevk verici olduğunu sandığı fikirleri/görüşleri benimser, doğru, isabetli, faydalı olduğunu zannettiği işleri yapar. Bütün bunların Şeyttanın ve nefsinin aldatması, kandırması, süslü gösterme çabası olduğunu düşünmez bile.

Allah (st) Nebisine yemin ederek diyor ki: Ey Muhammed! senden önce de insanları Tevhide, Allah’a ihlasla ibadet etmeye, bilinçli bir şekilde O’na itaat etmeye ve putlara tapmayı terketmeye davet için senin gibi peygamberler gönderdim. Fakat Şeytan onlara içinde bulundukları küfrü ve putlara tapmayı onlara süsledi, güzel gösterdi. Bundan dolayı peygamberleri yalanladılar, Allah’tan getirdiklerini reddettiler. Hadi diyelim, Şeytan onların bu dünyada velisidi, ama ne kötü veli. Lakin yarın kıyamette müşriklere Şeytanın veli oluşunun hiç bir faydası olmayacak. Üstelik onun dünyada faydalı zannedilen dostluğu orada onlara zarar verecek. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 7/605)

Mekke müşrikleri de diğerleri gibi bilerek veya bilmeyerek Şeytanı kendilerine dost, efendi, rehber edinmişlerdi. Halbuki Şeytan onları yaldızlı sözlerle, olmayacak vaadlerle aldatıyordu. Âyet Şeytanı bu şekilde dost edinip de sapıtan, azıtan ve zalim olanları şiddetli bir azapla tehdit ediyor. (Komisyon, Kur’an Yolu, 3/365)

Âyet; “Şeytan bugün onların velisidir (dostudur)” deniyor. Buradaki “El-yevm-Bugün” hakkında bazı açıklamalar var. İlk dönem tefsircilerinden Mukâtil’e göre, yani Şeytan âhirette onların dostudur (ama bir faydası olmayacak). Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/227)

İbnu’l-Cevzî’ye göre burada iki görüş var: Birincisi; “El-yevm-Bugün”den maksat kıyâmet günüdür. Sanki şöyle söyleniyor: Şeytan cehennem ehli olmalarını sağlamak üzere onların velisidir. İkincisi; “El-yevm-Bugün”; dünya hayatıdır. Yani şeytan bu inkârcıların dünyada dostudur (velisidir), rehberidir. (İbnu’l-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 783)

Müşriklerin zanlarına göre Şeytan bu dünyada onların velisidir (dostu, yardımcısıdır). Ama ne yazık ki onları âhirette acıklı bir azap beklemektedir.

El-yevm-Bugün” kıyâmet gününde onların velisidir, yani cehennemde onların arkadaşıdır. Âyetin bu kısmı; kıyâmet günü onlara; “işte bu şeytan sizin veliniz ve yardımcınızdır. Haydi, ondan yardım isteyin de sizi azaptan kurtarsın denilecek” şeklinde de açıklanmıştır. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1776)

fehuve veliyyühüm el-yevm-Bugün onların velisidir” iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi; şidiki durumu anlatıyor. Şöyleki: Şeytan bu dünyada onların yakınıdır (arkadaşıdır), ama ne kötü arkadaştır o. İkincisi; gelecekteki durumu anlatıyor. O da onların cehennemle cezalandırılacakları durum. Yani Şeytan o gün onların yardımcısı zannedilecek, ama onlara hiç bir şekilde yardım edemeyecek. Âyet kesin ifadelerle Şeytandan yardım beklentisini nefyediyor (olumsuzluyor). (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 2/590)

Şeytan bugün de müşriklerin, vahiy inkârcılarının, zalimlerin, İslâm düşmanlarının, Kur’an’a karşı savaşanların velisidir (dostudur), kılavuzudur, görünmez arkadaşıdır.

Şeytan bu dostlarına amellerini, yaptıkları işleri bezeyip süslü göstermeye devam ediyor. Ya da böyleleri bu anlamda Şeytanı dost edinmeye, onun vesveselerine, yaldızlı/cazip fısıldalamalarına kulak vermeye devam ediyorlar.


?


Allah (st) Medyen halkına kendi içlerinde olan kardeşleri Şuayb’ı (as) elçi olarak gönderdi. Şuayb onlara; “yalnızca Allah’a kulluk edin, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” dedi, onları Allah’da davet etti, daha pek çok nasihatta bulundu. Müslüman olmaları için çağrı yaptı. Ama Medyen halkı onu yalancılıkla itham ettiler. Atalarının dinini terketmeyeceklerini, Şuayb’in dediklerini anlamadıklarını söylediler ve onu taşlamakla tehdit ettiler. Şuayb peygamberin çabaları, mücalesi sonuç vermeyince, kavmi azgınlığını, isyanını devam ettirince Allah (st) onlara hak ettikleri karşılığı verdi. Onları bir sarsıntı yakalayıverdi. Sonuç; felaket, yıkım, dünyalık hüsran. Âhiret mi; Allah bilir. (Hûd 11/85-96. A’raf 7/85-93)

Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber olarak gönderdik. Şu’ayb, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Âhiret gününe ümit besleyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın” dedi.

Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” (Ankebût 29/36-37)

Arkasından Âd ve Semûd kavminin tutumu ve başlarına gelen anlatılıyor:

Âd ve Semûd kavimlerini de helâk ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtları size besbelli olmuştur. Şeytan, onlara işlerini süslemiş (zeyyene) ve onları doğru yoldan saptırmıştır. Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler. (Ya da onlar basiret sahipleri olduklarını veya kendilerinin hak yolda olduklarını zannederlerken.)” (Ankebût 29/38)

Yani, (Ey Muhammed, ya da ey muhatab!) Âd kavmini hatırla, hani Biz onlara Hûd’u gönderdik. Onu yalanladılar. Biz de onları helâk ettik. Semûd’u da hatırla. Hani Biz onlara Sâlih’i elçi olarak göndermiştik. Onu yalanladılar. Bu sebepten Biz de Âd’ı kısır rüzgar ile helâk ettiğimiz gibi, bunları da çığlıkla helâk ettik. Ey inkârcılar, onların el-Hıcr ve Ahkaf’ta bulunan kalıntıları sizce bilinmektedir. Onların helâk edilişinde sizin için de apaçık belgeler (ibretler) vardır.” (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2387)

Âd ve Semûd iki eski kavimdir. Taberî’ye göre Âd kavmi Yemen'de Hadramut’a yakın olan "Ahkaf' bölgesinde yaşıyorlardı. Semûd kavmi ise Mekke yakınlarındaki Hıcr bölgesinde yaşıyorlardı. “Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur.” Demek ki câhiliyye Arapları bunların yaşadığı yerleri iyi biliyor ve yolculuklarında yanlarından geçiyorlardı. Âyet işte helâk olan bu iki kavmi tekrar ibret nazarlarına sunmaktadır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 10/140)

Bugün Ahkâf, Yemen ve Hadramut olarak bilinen güney Arabistan'ın tümü eskiden Âd kavminin topraklarıydı. Hicaz'ın kuzeyinde, Rabiğ'den Akabe'ye, Medine ve Hayber'den Teymâ ve Tebük'e kadar uzanan topraklarda bugün bile Semûd kavminden geri kalan harabelere rastlanmaktadır. Bunlar mutlaka Kur'an'ın indirildiği dönemde bugünden daha belirgindi.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 4/251)

Âd kavmine Hûd (as) (Hûd 11/50-60. Şuarâ 26/123-139), Semûd kavmine de Sâlih (as) peygamber olarak gönderilmişti. (Hûd 11/61-68. Ayrıca bkz: A‘râf 7/65-79. Şuarâ 26/141-158) Hûd (as) kavmine “Allah’a kulluk edin, O’ndan bağışlanma dileyin, günah işleyerek O’ndan yüz çevirmeyin, O’na bazı uydurma tanrıları eş (şirk) koşmayın” diye öğüt verdi, davette bulundu. Ancak onlar inatla Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler, Peygamberi dinlemediler, azgınlıklarına devam ettiler. Bunun üzerine Allah (cc) onlara dünyada hak ettikleri cezayı verdi, onları helak etti. Âhirette de Allah’ın rahmetinden mahrum kaldılar.

Semûd kavmine elçi olarak gönderilen Sâlih (as); onlara –her peygember gibi- “Allah’a kulluk edin, uydurma tanrılara tapmayın, O’ndan bağışlanma isteyin, Allah’ın mucize olarak gönderdiği Deve’ye ilişmeyin” dedi. Ancak kavmi ona karşı çıktılar, atalarının dini terketmeyeceklerini söylediler, deveyi de hunharca boğazladılar. Bunun üzerine Allah onlara sayhâ (korkunç bir ses) gönderdi. Yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı.

Her iki kavme gönderilen azabın sebebi onların kendi hatalarıdır. Şeytan onlara yaptıklarını, yani Allah’tan başkasına ibadet etmeyi ve isyan etmeyi normal gösterdi. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/380. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1311) İçinde bulundukları durumun isabetli, dinlerinin hak olduğunu fısıldadı, onlara vesvese verdi. Böylece yaptığı bu tezyîn işiyle onların doğru yoldan sapmalarına sebep oldu. Onlar bu gibi duygulardan cesaret alarak kendilerine rahmet olarak gelen elçiyi dinlemediler, karşı geldiler, ona kötülük etmeye yeltendiler.

Şeytan onların değersiz, âdi amellerini (işlerini) süsledi püsledi, alladı pulladı. Onlar da yaptıklarını çok değerli şeyler zannettiler. Ancak sonuçta bu onların doğru yoldan sapmaları anlamına geliyordu.

Âyetin sonunda “ve kânû mustebsirûn-Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler” diye söyleniyor. Bununla ilgili farklı açıklamalar var.

Kurtubî’ye göre burada iki görüş var. Birincisi; Onlar sapıklıkta oldukları halde kendilerini hak üzere, basiret sahibi olarak görüyorlardı. İkincisi; Onlar açık deliller ortada olduğu için hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdedebilecek basirete (kavrama yeteğine) sahip idiler. Bu görüş daha isabetli görünüyor. Zira “fülânün müstabsır” denildiği zaman “falan kişi bu işi gerçeği üzere bildi” denmiş olur. Ferrâ dedi ki: Bu kavimler akıllı ve basiret sahibi idiler. Lâkin bunun kendilerine bir faydası olmadı. Ya da kendilerini hangi akibetin beklediği açıkça bildirilmesine rağmen istediklerini yaptılar. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2387)

Onlar dinlerinden ve sapıklıklarından memnun idiler ve dalâlette oldukları halde doğru yolda olduklarını hesap ediyorlardı. Aslında onlar bu durumu anlayacak kabiliyette, ya da donanıma sahip idiler. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/380. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1311) Ya da onlar dinleri konusunda güya gözü açık (basiretli), uyanık geçinen kimselerdi ki doğru yolda olduklarını zannediyorlardı. (Mukâtil b. Süleyman. Tefsir, 2/519)

Yani onlar câhil ve aptal kimseler değil, belki çağlarının en medenî insanlarıydı. Dünyevî iş ve görevlerini büyük bir dikkat ve akıllılıkla yerine getiriyorlardı. Bu nedenle şeytanın onları aldatıp kandırarak kendi yoluna uydurduğu söylenemez. Tam aksine onlar şeytanın gösterdiği yola, arzu ve çıkarlarına uyduğu için bilerek ve farkında olarak tabi olmuşlar; zevksiz, eğlencesiz göründüğü ve ahlâkî sınırlamalar getirdiği için de peygamberin gösterdiği yola girmemişlerdi." (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.) 4/251)

"Şeytan onlara işledikleri kötülükleri güzel göstererek kendilerini yoldan çıkardı. Oysa isteselerdi gerçeği görebilirlerdi." Aslında Âd ve Semûd kavmi mensuplarının hakikati kavramalarını sağlayacak akılları ve yetenekleri vardı. Onları doğru yola (hidâyete) iletecek somut deliller gözlerinin önünde idi. Ancak Şeytan onları azdırmış, yaptıkları kötülükleri onlara güzel göstermişti. Bir açık gedik bulunca oradan girip onları yanlışa yönlendirmişti. Bu gedik; kibirlenmeleri, yanlış olsa da yaptıkları işlerle övünmeleri, ellerindeki maddi güç, mal ve nimetlere aldanmaları idi. Böylece fırsatı kaçırmış oldular. Oysa isteselerdi gerçeği görebilirlerdi. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/2735)

Âyette şeytanın, bu toplulukların yapıp ettikleri üzerindeki etkisinden söz edilmekle birlikte, aslında onların gerçeği görme yeteneğine (basirete) sahip oldukları özellikle belirtilmektedir. Bu açıklama, insanın çeşitli olumsuz motivasyonlara rağmen, bunları aşacak zihinsel ve iradî güçlerle donatılmış bulunduğunu göstermesi bakımından özel bir önem taşır.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/318)

Hem sapmalarından kendilerinin sorumlu olduğunu hem de hayata bakışlarındaki mânevî körlüğün kendilerini düşürdüğü gülünç durumu ifade eden bir ibâre.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/784)

Manevi körlük, basiretsizlik, aklı kullanmama, tarihten ders almama böyle bir şey.

Kur’an Âd ve Semûd kavmini örnek vererek tüm zamanların insanlarını uyarıyor. Onlar kendilerine gelen elçileri yalanladılar, o elçilerin Allah’tan alıp tebliğ ettikleri gerçeklere karşı çıktılar, ilâhi davete ve inzâra (uyarılara) kulak asmadılar, ciddiye almadılar. Dahası azgınlığı, haddi aşmayı, peygamberlere karşı baş kaldırışı, haksızlık ve zulümleri daha da artırdılar. Yani suç işlediler. Her suçun bir cezası olduğuna göre, onlar da hak ettiklerini karşılığı aldılar.

Çünkü Şeytan onlara yaptıklarının, hatalarının, cürümlerinin, sapıklıklarının süslü, albenili olduğunu fısıldamıştı.

Şeytan şimdiye kadar ve şimdiden sonra da dostlarının kulaklarına benzer şeyleri fısıldamaya, vesvese vermeye, akıllarını çelmeye devam edecek. Zaten görüyoruz ki, herkes yaptığını hak olsun bâtıl olsun, doğru olsun yanlış olsun, faydalı olsun zararlı olsun, sevap olsun günah olsun, helâl olsun haram olsun; beğeniyor ve savunuyor. Hatta kimileri bunlar uğruna mücadele ediyor.

Demek ki şeytanın yanlış, sapık, günah işleri tezyîn etme (süslü gösterme) vesvesesi sürüyor.

Neûzü billahi mine’ş-şeytanı’r-racîm.

 

e-mail
Yazarın diğer yazılarına Yazarlar bölümünde ulaşabilirsiniz.